Hindistan’dan Bana Kalanlar

Hindistan’dan Bana Kalanlar

Whatsapp Facebook Twitter LinkedIn

Başımı arabanın penceresine dayamış, akıp giden yola bakıyorum. Kim bilir ne kadar vakit biçilmiş ömrümde zihnime hayallerime ilmek ilmek nakşetmem gereken bir lahza bu.

Vakit gecenin şafağa kavuşmağa yüz tuttuğu bir an.  Vakit akıyor, yollar akıyor… Biraz sefahat biraz sefalet düşüyor şahitlik payımıza. Bir ağacın altında,  az ötede bir kaldırımın üstünde, sığınır gibi bir duvar dibinde, hem ekmek teknesi hem de ev edindiği Rikşa’sında [1] uyuyan yüzlerce insan… Diğer yandan etrafı duvarlarla çevrili çoğunlukla beyaz badanalı bakımlıevler çarpıyor gözümüze. Sarımtırak taşlarla örülmüş devasa otelin kapısındayız şimdi, otelin hemen önündeki meydan yere hasırlarını sermiş öbek öbek uyuyan aileler ile dolu Şehrin barındırdığı büyük tezatlıklar, nemli ve ağır bir havayla birlikte karşılıyor bizi.

Kırmızı kumtaşından örülmüş duvarlarla çevrili son derece geniş bir alan üzerine inşa edilmiş mimarı tarz olarak da  Tac Mahal’e ilham olmuş, Hümayun türbesindeyiz. Türbe dediğime bakmayın içinde mescit okul gibi diğer bazı yapılarında yer aldığı büyük bir mekan. İhtişamlı kapılar ile birbirine bağlanan avlulardan geçiyoruz, asırlık çınarlar eşlik ediyor bize.  Yapının kırmızımtırak tarzı ile yemyeşil bahçenin uyumuna hayran olmamak elde değil. Babür şahının ölümünden sonra inşa edilen türbe, ölümle ihtişamlık arasında kurulan bu garip bağ üzerine düşündürüyor beni. İslam mimarisinin özelliklerini yansıtan Hümayun Türbesi taşa bu kadar estetik katan, adeta ruhunu taşa kazıyan bir irfan medeniyetine acılı bir özlem duymaktan alamıyor bizi.

Oradan krallık yolu olarak anılan Rajpath’a geçiyoruz. Yolun bir tarafında İngilizler döneminde inşa edilen başkanlık sarayı diğer ucunda ise etrafı geniş bir park alanıyla çevrili India Gate bulunuyor. Kapı Birinci Dünya savaşı sırasında ölen Hintliler için inşa edilmiş bir anıt aslında. Üzerinde Gelibolu yazan ifadeyi okuyoruz, acı bir nefes ciğerimizi yakıp geçiyor. Anzaklar düşüyor zihnime önce sonra, kardeşlerin karşı karşıya bırakıldığı tüm savaşlar ve bugün…Kendimize ve tüm insanlığa basiret duası dökülüyor dilimden, Amin diyorum, gökyüzündeki yıldızların sayısınca Amin!…

Etraf şipşakçılar, hediyelik eşya satıcıları ile dolu herkes maharetini sonuna kadar kullanıyor. Bunaltıcı bir ısrar var, dünyadaki bütün turistik bölge insanının davranışları birbirine mi benziyor acaba? Az ötede elinde flüt önünde dans eden bir yılan ile sıradışı bir gösteri sunan biri var. Bizde bir parça izliyoruz, her zaman denk gelmenin mümkün olmadığı bir gösteri.

Cuma namazı ve bol acılı, baharatlı bir yemek arasından sonra şimdi LakshmiNarayan Tapınağının önündeyiz. İçeri girmek için ön hazırlığa ihtiyacımız var. Ayakkabılarımızı ve fotoğraf makinelerimizi girişteki bir odada bırakıyoruz. Burası Delhi’nin en güzel Hindu tapınağı, açılışını bizzat Gandhi yapmış, sosyal sınıfı fark etmeksizin herkese açık olmasını istemiş. Tapınağın önünde turuncu renkli çiçekler satılıyor. Tanrılara armağan etmek üzere ibadet için gelen insanlar buradan çiçek satın alıyorlar. Renkli taşlarla inşa edilmiş son derece estetik bir tapınak, içerde beni rahatsız eden bir hava var. Hadi Yahudileri ve Hristiyanları en nihayetinde Ehli-Kitab sayarsak tanrılarını tasvir edip tapan insanları ilk defa görüyorum. İçerde son derece süslü kadın mı erkek mi olduğu tam anlaşılamayan tanrı suretleri var. İbadet için gelen insanlar son derece özenli ve tertipli giyinmiş büyük bir saygı ve huşu ile getirdikleri sunakları tanrılara sunuyorlar. Birkaç farklı noktada hediyeleri sanırım tanrılar adına teslim alan görevliler var. Duasını edip bağışlanmayı hak edenler alınlarının ortasından saç diplerine uzanacak şekilde kırmızı bir boya ile bağışlanmışlar olarak ödüllendiriliyorlar. Kendi içinde derin bir felsefesi olsa da bu ritüeller dünyama fazlaca uzak geliyor, bir masal dünyasının içindeymiş hissi veriyor…

İki gün kaldığımız otelden bugün ayrılıp konferansın yapılacağı Jamia İslamia Millia’nın misafirhanesine gideceğiz. Yarın büyük gün,  İslam Dünyasında Değişen Politikalar üst başlığı ile İslam dünyasının problemlerinin konuşulacağı iki günlük sempozyum başlıyor. Dernek başkanımız Süleyman Hoca, Lütfi Hoca ve Hüseyin Akkuş Ağabey ile bugün Delhi’de bazı kurumsal ziyaretler yapacağız. Kahvaltıdan sonra ayrılışımı yapıp eşyalarımı arkadaşlara emanet ediyorum. Otelin önünde görevlilerin bizim için çağırdığı bir taksi bekliyor. Adresi şoföre izah edip yola çıkıyoruz. Şoför son derece iyi giyimli bir Sih, Sihler başlarına sardıkları sarığa benzer Dastar denilen kıyafetle hemen ayırt edilebiliyorlar zaten. İngilizceye hakimiyetinden hareketle eğitimli olduğunu söylemek mümkün. Arabanın önünde dinine ait bazı semboller ve resimler asılı, sonradan bunun Hindistan için bir gelenek olduğunu anlıyorum. Bindiğim her arabada ve rikşada ilk yaptığım şey aracın önüne bakmak oluyor. Kimisi tanrısını kimi şeyhini asmış. Müslümanlar genelde Kabe resimleri veya Allah Muhammed yazılı bir takım aksesuarlar asmışlar. Bu kadar fazla dinin hakim olduğu bir bölgede dini semboller ile kendini ifade etmek bazen dinin kendisini yaşamaktan daha önemli hale gelebiliyor.

İlk durağımız The Milli Gazette.  İki haftada bir çıkan ve Hint Müslümanlarının meselelerini gündeme taşıyan bunun yanında yardım faaliyetleri de yapan bir organizasyon.  Başkan Zafarul İslamKhan son derece yumuşak bir ses tonuyla gazetenin çıkış hikayesini, çalışmalarını ve Hintli Müslümanların problemlerini anlatıyor. Hintli Müslümanların sorunları deyince hepimizin aklına gelen ilk soru Keşmir, ne düşündüğünü soruyoruz kendisine.  Ekonomik ve sosyal sorunlar yığını arasında hep bu sorulara maruz kalıyor olması belki de gariptir. Zafarul İslam Keşmir’de Budistlerin ve Hinduların yaşadığı yerlerde bir problem olmadığını sorunun Müslümanların yaşadığı bölgede olduğunu ifade ediyor. Müslümanların yüzde onluk bir kısmı tamamen bağımsız olmayı, bir o kadarı Pakistan’a bağlanmayı geri kalan yüzde seksenlik kesim ve onları temsil eden iki büyük parti ise Hindistan’a bağlı kalmaya devam etmek istiyor. Çünkü Hindistan’da kalmakla daha fazla hakka sahip olacaklarının farkındalar. Bizde kendisine İlem’in çalışmalarından bahsediyoruz, getirdiğimiz hediyeleri takdim edip çıkıyoruz.

İkinci durağımız akademik çalışmalar yürüten, kitap-yayın faaliyetleri yapan Future İslam kurumunu ziyaret ediyoruz. Üçüncü durağımız ise Fikri bir organizasyon olan New Age İslam.  Organizasyon başkanı Sultan Shahin ön tarafını büro, arka tarafını ev olarak kullandığı mekanında son derece misafirperver bir şekilde ağırlıyor ve çalışmalardan bahsediyor. Bir takım yayın çalışmaları da yapan bu kurum daha liberal fikirler etrafında hareket ediyor anladığımız kadarıyla.  Hindistan yada diğer coğrafyalardaki Müslümanlar ile yaşadığımız ortak hafıza kayıpları, geçtiğimiz süreçler düşünüldüğünde bugün kurumsal birliktelikler kurmanın önemi artıyor, umarım fikri alışverişler için daha iyi zeminler kurabiliriz.

Size bayram yerini anlatmalıyım, bir şölen alanı…

JamaMasjıd…

Allı, yeşilli, morlu, albenili elbiselerini giymiş yaşlı genç çoluk çocuk yüzlerce Müslüman. Gökkuşağı yere inmiş sanki… Kimi alışveriş sonrası merdivenlere kurulmuş dinleniyor. Kimi akşam ibadeti için avlunun orta yerinde duran durgun suyla dolu havuzdan abdest alıyor. Oda nesi? Kadınlar ve erkekler hep beraber abdest alıyor. Neyse diyorum, bu fıkhi soruları kafamdan kovuyorum, önce bu şenliğin nedenini anlamam lazım.

Avluda çocuklar öbekler halinde oyunlar oynuyor. Kadınlar erkekler alanın tamamına yayılacak şekilde oturmuş sohbet ediyor. Kimisi de avluyu çevreleyen revakların altında uzanmış uyuyor. Avlu deyip durduğuma bakmayın caminin kendisi devasa bir avludan ibaret zaten. Burası sıcak bölge kapalı alana çok ihtiyaç duyulmuyor. Avlunun kıble tarafında kalan bölgeye dar bir alanda kubbeli bir yapı inşa edilmiş o kadar. Taşlar yine kırmızı kumtaşı. Çıplak ayakla taşların üzerinde yürüyor herkes. Eğer öğlenin sıcak saatlerinde mescide geldiyseniz tabanlarınız haşlanabilir. Sekerek yürümeniz gerekir anlayacağınız. Ancak bir ikindi serinliğinde geldiyseniz bu muhteşem şöleni izleyebilirsiniz. Bizim protokol meclisleri gibi soğuk camilerden sonra burası nasıl desem cıvıl cıvıl, cennet gibi…Herkesin gözleri ışıl ışıl mı bakıyor bana mı öyle geliyor, bilmiyorum. Şadırvanın etrafında tavafa başlıyorum, ne kadar çok insanın gözbebeklerine baksam, ne kadar çok insana selam versem içime o kadar kardeşlik çekerim sanki…

Bir, iki, üç….vaktim bitti, güneş üzerimizden ellerini çekti, Allahuekbersedalarıyla safa duruyoruz, bu kez kardeşliği yaratana şükretmek için açıyorum avuçlarımı. Renkler, diller, mezhepler, fitneler, fitneler…Kim ne derse desin bu dünyada hissettiğim en güzel duygu İslam kardeşliği…

Mescitten çıkıyoruz hemen yan tarafta Chandi Chowk denilen eski Delhi’nin Pazar alanına akıyoruz.  Evet akıyoruz, çoşkun akan bir insan selinin içinde yürümüyoruz da akıyoruz sanki. Akşam saati hazırladığı yemeği, tatlıyı satmaya çalışan insanlar, sokak satıcıları, hediyelikçiler, bin bir ısrarla para isteyen dilenci çocuklar, daracık sokakta vızır vızır geçen ve bir dakikada altmış kere korna çalan rikşalar, lokanta denilemeyecek kadar düzensiz tertipsiz mekanların önünde diz çökmüş bir hayırseverin kendisine yemek yedirmesini bekleyen çelimsiz, çıplak ayaklı insanlar, korna sesi, satıcı sesi, ayak sesi, yemek kokusu, baharat kokusu, insan kokusu….

Beynim uyuşuyor sanki, sokaktaki kızarmış yağlar zihnimi eritiyor, çizgiler eriyor, eriyor, şimdi her şey karıştı, nasıl ayıklarım bilmiyorum.  Adalet insanlığın en büyük yitiği, buna şüphe yok, onu aramak yeryüzüne hakim kılmak halifeler olarak hepimizin boynunun borcu. Buraya kadar tamam; ama birde şahitlik ettiğimiz zamana nasıl tahammül edeceğimizi de anlatın… Sabaha kadar yine rüyamda ya kovalıyorum, ya kaçıyorum, çok yorucu…

İnşirah…inşirah…inşirah….

Akşam namazından sonra Jamia İslami Millia’nın misafirhanesinin de bulunduğu bahçedeyiz. Valizleri toplamış havaalanına gitmek için gereken hazırlıkları tamamlamış, bahçede Konferans süresince gece gündüz demeden her isteğimize koşmuş, bizi memnun etmek için canla başla çalışan Türk Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencileriyle oturuyoruz. Gün boyunca sayısız kere Rikşa binip, Delhinin altını üstüne getirdiğimiz halde, enerjimizi düşürmeden son anlarımızı dolu dolu geçirmek istiyoruz. Mehmet Ekram’ın gün içinde Farsçadan, Türkçeye, Hindistan’ın yerel dillerine kadar bize sunduğu enfes şiir dinletilerimize devam ediyoruz. Shoail’den güzel bir Hint şarkısı dinliyoruz. Matin, Gauhar, Nurefşan ve diğerleri. Gösterdikleri misafirperverlik,  nezaket inanılmaz. Birikimlerine de hayran kalıyoruz. Matin ile Hindistan’da neler yapabiliriz birlikte biraz ondan konuşuyoruz.  İçimi bir hüzün kaplıyor, nasıl ayrılacağız bilmiyorum, dünyaya geldiğimizden beri tanışıyormuşuz gibi…

Hindistan’ın sembolü haline gelmiş Tac Mahal’deyiz. Muhtemeşem bir İslam eseri. Yerli ve yabancı birçok turisti ağırlayan bu mekanı hayranlıkla gezmeme rağmen zihnimde çok yer etmediğini ifade etmeliyim. Kompleksin içinde bulunan mescid ve diğer yapılar turizmin acımasız kollarına terk edilmiş durumda. Bugün İstanbul’da ya da başka bir yerde Turizm malzemesine dönüşmüş ve işlevini kaybetmeye yüz tutmuş her mekan kadar yabancı geliyor bana, sanki canımızı acıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Belli ki ben mekana, mekan da bana küskün.  Yitirdiklerimiz, yapamadıklarımız, yapmamız gerekenler…

Babürlerden kalan Agra Kalesi ve Sarayından oluşan alanı gezdikten sonra bir sanat atölyesini ziyaret ediyoruz. Burası mermere çeşitli renkteki taşları intizamlı bir biçimde yerleştirerek son derece zor ve sabır gerektiren bir sanatı icra eden bir atölye.  Birbirinden bağımsız parçaların birbirine bu kadar güzel mezcetmek oldukça etkileyici. Biraz yapım aşamasını izledikten sonra alt katta bulunan satış mağazasına geçiyoruz.

Mermer atölyesinden aldıklarını paketliyor arkadaşlar, vakit akşam üstü. Agra’daki son anlarımız. Atölyenin hemen yakınında topraktan yapılmış bir ocağın üzerinde ne olduğunu bilmediğim bir yemek pişiren bir kadın var etrafında irili ufaklı bir sürü çocuk…Yemek dediysem bir avuç bir şey.  Yan tarafta ev olarak kullandıkları birkaç odun parçasının üzerine gerilmiş birkaç metrekare alanı kaplayan bezden bir çadır. Çadırın her tarafı dışardan görünüyor. Yere incecik bir örtü atılmış. Çadırın bir köşesinde birkaç kaç kap kaçak. Sadece bu kadar, elbise görünmüyor, yatak yok, poşet poşet paketlenmiş yiyecekler yok. Çadırın önüne dört ayaklı üzeri kalın ve sağlam iplerle örülmüş sedirvari bir genişçe bir oturak. Yüzleri kirden görünmeyen çocukların gözleri ışıl ışıl. El kol hareketiyle müsaade isteyip oturağın üzerine oturuyorum. Lisan olarak anlaşamayacağımız belli, çocuklar şaşkın ve ürkek bir şekilde beni izliyor. Gülümsüyorum, el hareketleriyle yanıma gelip oturmalarını istiyorum, yavaş yavaş cesaretlenip oturağa kıvrılıyorlar. Biraz sonra kucağımda şirin mi şirin bir bebek buluveriyorum. Anlaşmaya başladık sanırım. El çırpmalı bir şeyler oynuyoruz, neye gülüyoruz bilmiyorum ama kahkaha ile gülüyoruz. Az ötede bir çadır daha, bir tane daha, burası bir çadır mahalle, birkaç çadırı geziyorum ve ellerimi saygıyla çenemim altında birleştirerek Namaste diyorum. Hintçe bildiğim tek kelime, ‘merhaba’ anlamına geliyor. Ne kadar sıcak karşılıyorlar. Yoksulluk, çaresizlik nezaketle, hoşgörü ile doğru orantılı sanırım, sanılanın aksine. Başımı kaldırıyorum, az ötede semaya uzanan , etrafı yüksekçe duvarlarla örülü yüksek güvenlikli siteler, ne kadar tanıdık manzaralar….

Agra’dan dönüyoruz, ellerimden tanıdık bir koku geliyor, yoksulluk kokusu, çocuk kokusu…Gana’lı yetimlerin ellerinden ellerime bulaşan , Suriye’de Azez’in yetim kamplarında burun direklerimi sızlatan, Kilis’in eski sokaklarında Suriyeli kardeşlerimizin evinden gelen koku…Ne kadar tanıdık…

Otobüs uzaklaşıyor, kokuda uzaklaşıyor, içime ne kadar çekersem içimdeki meleğe o kadar yaklaşırım, benden ne kadar giderse içimdeki şeytana o denli mahkum olurum.  Yol gidiyor…koku gidiyor… Aklımda ilahi bir ikaz:  ‘‘Şüphesiz insan pek zalimdir, pek nankördür.’’

Şimdi Mahkemedeyiz, pür dikkat sanık sandalyesinde oturan Ebul Kelam Azad’ı dinliyoruz. Hintli hakimlerin nezdinde tüm dünya müstekbirlerine sesleniyor: ‘’Hak ile Batıl arasındaki mücadele mutlaka hakkın galip gelmesiyle, batılın izmihlal ve hüsranı ile son bulacaktır. Sünnetullah böyledir. Acaba o gün yakın mıdır, bilmiyorum. Fakat havanın karadığını, ufkun bulutlandığını, yağmurların yağacağını görüyoruz

 

Yazan: Asiye Şahin