Yüzen Köy insanlık müzesi midir? Kamboçya’dayız…

Yüzen Köy insanlık müzesi midir? Kamboçya’dayız…

Whatsapp Facebook Twitter LinkedIn

Kamboçya’da bir şehirden diğerine veya bir köyden bir başkasına yol aldıkça zamanlar arası geçiş yaptığınız hissine kapılmamak elde değil. Başkent Phnom Penh’den, Siem Reap’e geçtiğinizde hissettiğiniz farklılığı, Siem Reap’dan Yüzen Köy’e Tonle Sap) ulaştığınızda daha derinden hissederdiniz. Siem Reap’dan küçük bir minubüs ile 3 saatlik bir yolun ardından tekne ile çamurlu bir nehre açılırsınız. Bir tarafta çamurlu nehre dalıp çıkan çocukların gülüşmeleri, diğer tarafta nehrin üzerine kurulmuş derme çatma teneke ve ağaç parçalarından kurulmuş evler, önünüzde ise evinin geçimini üstlenmiş henüz ilk okul çağında bir çocuğun sizi köyüne götürmek için sürdüğü teknede bambaşka bir dünyanın kıyılarına varırsınız.

Yüzen köye adım attığınızda sizi ilk olarak güzel bir Budist tapınağı karşılar. Yol boyunca gördüğünüz derme çatma evlerin aksine beyaz taşlardan yapılmış, çatısı altın kaplamalı, son derece zarif ama bir o kadar da ihtişamlı olan tapınak bir şaşkınlık uyandırır. Köyün en tepe noktasında ve adeta giriş kapısı niteliğindeki tapınak binalarını geçtikten sonra bir başka zamana ve dünyaya adım attığınızı derinden hissedersiniz. Yağmur dönemi değilse eğer, suların çekilmesi nedeniyle tıpkı bu köyün küçük çocukları gibi yüzen köyün tüm çıplaklığı ve gerçekliği ile karşılaşır ve tanışmaya başlarsınız.

İlk bakışta son derece otantik gelir köy. Köyün girişindeki altın çatılı taş tapınağın  aksine köy derme çatma ahşap evlerle doludur. Her bir ev yerden yaklaşık iki metre yükseklikte kerestelerin üzerine kurulmuştur. Bölgeye tur düzenleyen bazı turist şirketlerinin “fakirliğe içeriden bakış” !) olarak tanıttıkları köye girdiğinizde pek çok turistle birlikte çılgınca fotoğraflar çekmeye başlarsınız. Köy, çamurlu nehriler arasında uzun ve tozlu bir caddenin iki yanına dizili evlerden oluşuyor. Başından sonuna doğru ilerledikçe farklı ruh halleri ve duygularla adımlar atmaya başlarsınız. Başlarda her şey çok doğal, her şey farklıdır. Burada hala çocuklar bilye oynamakta, 80’lerden kalma  bisikletlere binmekte, tozlu ve taşlı yollarda yalın ayak koşmakta, henüz kendisini taşımayacak kadar küçük olmasına rağmen bir çocuk kucağında kardeşini taşımaya çalışmaktadır. Küçük kızlar gelen turistlere yerel yiyecekler satmaya çalışırken bir başka köşede köy çocuklarının etrafını çevirdiği  baharatlı küçük salyangoz kavurması kapış kapış alınmaktadır. Dünyada böyle hayatlar da mı varmış diyerek dolaşan turistler, bu fakirliğin getirdiği görüntünün zenginliğini resmetmenin ve güzel kareler yakalamış olmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Beyaz adamlar, kahverengi olarak ifade ettiklerinin dünyasına üstten, ibretlik bakar  ve her şey resmedilmeliktir. Köyün ortasına geldiğinizde belki utanmaya başlarsınız. Buradaki insanların  fotoğraflarını çekip dururken kendinizi ve onları nasıl konumlandırdığınızı anladığınızda, belki şu soruyu sorarsınız: Peki ama yüzen köy bir insan müzesi midir? Bu insanları yoksullukları sergilenmeli mi yoksa hissedilmeli midir?

Qit olmadığınızı düşündüğünüz bir zamandan geçerken görürsünüz adeta kendinizi. Adeta korunaklı bir fanus içerisinde, hiç kimseniz olmayan o hayatlara dokunmadan geçersiniz. Ancak o hayatları metalaştırmaktan çekinmediğinizi görürsünüz. Oysa bu köydeki insanların hiç bir zaman temiz su içemediklerini, nehrin çamurlu sularında yıkanıp, içmek için de bu suları kullandıklarını duyduğunuzda belki makinenizi bırakıp bu köyün dertlerine kulak kabartırsınız.

Bu köyde pek çok çocuk öksüz veya yetimdir, daha küçük yaşlarda evin geçimini kısıtlı imkânlar üzerinden temin etmeye çalışır. Rehberimizin anlattığına göre sel veya büyük yağışların geleceği dönemlerde su yılanları  sabaha doğru ses çıkarmaya başlarlarmış. Ancak köyün erkeklerinin alkole olan aşırı düşkünlüğü ve her gece yüksek  tüketim ile sızmaları, sabaha karşı su yılanlarının çıkardığı sesleri duymalarını engeller ve  sele kapılıp ölmelerine sebep olurmuş. Böylece çocuklar yetim kalır, pek çok çocuk veya kadın evin sorumluluğunu yüklenmek zorunda bırakırmış. O çocuklara ileride ne olmak istediklerini sormaya korkarsınız çünkü imkânlar ve adaletsizlikler konuşmanızı engeller. Bu bölgede evler yerden bir iki metre yükseğe kurularak sele kapılmamaya çalışsa da sabit değildir. Köylüler sürekli bir bölgeden diğerine taşınır. Derme çatma olmasına rağmen balkon ve camları çiçekli olan yüzen şehrin evleri ve Kamboçya’nın fakirliğine bir de köyün imkânsızlıklarının eklenmesine rağmen ekmek parası peşinde koşan çocukların yüzü ümittir. Belki resmedemezsiniz ancak  hissedebilirsiniz. Hatta belki yüzen köyün insanların müzeleştirilen hayatlarının sorumluluklarını da sırtınızda hissetmek istersiniz. O zaman dünyanın adil bir düzene ne kadar çok ihtiyacı olduğunu bir kez daha idrak ederseniz…

 

Yazan: Esra Çifci