ŞUAYİP ŞEHRİ ÖZKENT

ŞUAYİP ŞEHRİ ÖZKENT

Whatsapp Facebook Twitter LinkedIn


URFA HANLARI
Şanlıurfa şehir surlarının Samsat Kapısı dışında bulunan bu hanın
kitabesi günümüze gelemediği gibi kaynaklarda da onunla ilgili
bilgiye rastlanmamıştır. Bu bakımdan yapım tarihi kesinlik
kazanamamıştır. Yapı üslubundan XV.-XVI.yüzyıllarda yapıldığı
sanılmaktadır. Bu han kervanların şehre girmeden konaklamaları için
sur dışında yapılmıştır.
Han kesme taştan oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Dikdörtgen
planlı han tek katlı olup şehrin en büyük hanıdır. Avlu çevresine
yuvarlak kemerli revak veya duvarlardaki pencerelerle açılmıştır.
Osmanlı han mimarisindeki belirli bir plan tipine uymamaktadır. Üst
örtüsü toprak damlıdır.
Gümrük Hanı Merkez)
Şanlıurfa il merkezinde, Kazaklar Çarşısı’nda bulunan bu hanın giriş
kapısı üzerindeki sülüs yazılı kitabesinden öğrenildiğine göre; Kanuni
Sultan Süleyman döneminde, h.970 1562) tarihinde yapılmıştır.
Evliya Çelebi bu handan Yetmiş Hanı ismi ile söz etmektedir. Ayrıca
iki renkli taşlardan yapılmış olmasından ötürü de Alaca Han ismi ile
kaynaklarda yer almaktadır.
Kesme taştan yapılmış olan han, dikdörtgen planlı olup, bir avlunun
çevresinde dükkânlar sıralanmıştır. Hanın giriş kapısı dıştan yuvarlak
kemerli olup, giriş eyvanının avluya açılan kapısı sivri kemerlidir.
Hanın iki büyük kapısı ve tali geçişler için de kullanılan küçük
kapıları vardır. Büyük kapılardan biri hanın içerisindeki bedesten,
diğeri de açık çarşı ile bağlantılıdır. Giriş kapısının yanındaki bir
merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. Giriş eyvanının üzeri mescit
olarak kullanılmıştır. İkinci kat birbirlerine yuvarlak kemerli
sütunlarla birleştirilmiş tonozlu bir revak ve bunun arkasında da hanın
odaları sıralanmıştır. Sütunların arası taş korkuluklarla kapatılmıştır.
Bu revak hanın avlusuna açılmaktadır.
Gümrük Hanı 2001 yılında Şanlıurfa Kültür Sanat ve Araştırma Vakfı
tarafından Rızvaniye Vakfının da katkıları ile restore edilmiştir.
Mencek Hanı Merkez)
Şanlıurfa il merkezinde, Pamukçu Pazarı’nın doğusunda bulunan
Mencek Hanı’nın kitabesi günümüze gelememiş olup, yapım tarihi
bilinmemektedir. Bununla beraber h.1128 1716) tarihli bir vakfiyede
hanın isminin geçmesi, hanın XVIII.yüzyıl başlarında var olduğunu
göstermektedir. Mimari yapısından hanın XVI.yüzyılın ikinci
yarısında yapıldığı sanılmaktadır.
Han kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Dış cephesine
dükkânlar yerleştirilmiştir. Kuzey cephesindeki tonozlu bir dehlizden
kare planlı avluya girilmektedir. Giriş eyvanının yanındaki taş bir
merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. İkinci kat yuvarlak kemerlerle
birbirlerine bağlanmış sütunlu bir revakın arkasındaki odalardan
meydana gelmiştir. Buradaki revakların doğu cephesindekiler payeli,
diğerleri de sütunludur. Avlunun güneybatısındaki köşeler eyvan
şeklinde yükseltilmiştir.
Mehemede Hanı Merkez)
Şanlıurfa Soğmatar’ın 30 km. kuzeyinde, Dağyanı Köyü’nde bulunan
bu han, Mehmet’in Hanı ismi ile de tanınmaktadır. Aynı zamanda
burası Hayrat olarak da anılmaktadır. Romalılar dönemine ait bir
yapının üzerindeki bu hanın yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır.
Bunu belirten bir kitabeye de rastlanmamıştır.
Han dikdörtgen planlı, kesme taştan, doğu-batı yönünde uzanan bir
yapıdır. Günümüze kısmen harap olarak gelebilen hanın yuvarlak
kesme taştan bir üst örtüsü olup, beşik tonozla örtülmüştür. İçerisinde
kayalara oyulmuş su toplama havuzu bulunmaktadır. Ayrıca doğu ve
güneyinde kayalık zeminlere oyulmuş su kanalları bulunmaktadır.
Barutçu Hanı Merkez)
Şanlıurfa Demirci Pazarı’nda bulunan bu hanın kitabesi günümüze
gelemediğinden yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Yapı
üslubundan XVI.-XVII.yüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır.
Kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılan han iki katlıdır.
Yuvarlak kemerli bir kapıdan girilen avlunun çevresi yuvarlak
kemerlerle birbirine bağlı sütunların oluşturduğu bir revakla çevrilidir.
Bu revakın arkasında odalar sıralanmıştır. Hanın ikinci katı dışa kapalı
bir koridorun arkasında cepheye yönelik odalardan meydana gelmiştir.
Üst örtüsü düz toprak damlıdır. Günümüzde han kullanılmaktadır.
Bunların dışında ilde, Hacı Kâmil Hanı, Şaban Hanı, Kumluhayat
Hanı, Fesadı Hanı, Samsat Kapısı Hanı, Bican Ağa Hanı ve Topçu
Hanı bulunmaktadır. Ayrıca Şanlıurfa’da yakın tarihlere kadar ayakta
olan ancak günümüze gelemeyen başlıca hanlar da Çifte Han, Aslanlı
Han, Boyahane Hanı, Ali Bargut'un Hanı, Zencirli Hanı Küsto'nun
Hanı), Cesur Hanı, Hacı Ali Ağa Hanı’dır.

NEVALİ ÇORİ
Nevali Çori antik yerleşme yeri, Şanlıurfa ili Hilvan ilçesine bağlı
Kantara köyünün sınırları içerisinde, Fırat nehrinin sağ tarafında ve
onun bir yan kolu olan Katara deresinin yanında yer almaktadır.
Kalıntıların bulunduğu alan, uzunluğu 100 m. genişliği 50 m. olan ve
iki kuru dere tarafından sınırlanan terası bir kireç tepesinin altında
bulunmaktadır.
Nevali Çori antik yerleşmesi insanların yerleşik hayata geçmeye
başladığı, yoğun avcılığın yanı sıra bitki ve hayvanların
evcilleştirilmeye çalıştığı bir dönemi yansıtmaktadır.
Depo olarak kullanılabilecek çok sayıda taş yapının, kült yapısının ve
birçok sanat eserinin burada bulunmuş olması, Nevali Çori
yerleşmesinin bu döneme ait merkezi bir yer olduğunu
göstermektedir.
Güneydoğu Anadolu’nun en dikkat çekici Çanak Çömleksiz Neolitik
yerleşmelerinden biri de Nevali Çori’dir. Şanlıurfa’nın 40 km. kadar
kuzeyindeki çanak çömlek öncesi yerleşmenin beş evreli olduğu
saptanmıştır. Bunların Çayönü’nün ızgara ve hücre planlı yapıları
arasındaki geçiş evreleriyle çağdaş olduğu düşünülür. Özellikle
üçüncü yapı katında ızgara ve hücre planlı yapıların yan yana
bulunuşu ilginçtir. Bunlardan ızgara planlıların depo, ötekilerinse
konut olarak kullanıldığı öne sürülür.
Nevali Çori’nin en ilginç yönü 4. yapı katında ortaya çıkartılmış
kutsal yapıdır. Yerleşme yerinin doğu ucundaki bu yapı dıştan 14x14
metre, içten de 9x9.80 metre boyutlarında, karemsi planlı ve üç evreli
bir salondan ibaret olmasıdır.
Ek Bilgi: Kaynak; Emine Çaykara / Tempo Dergisi 2000)
Hepsi birbirinden ayrı, içinde yemek pişirme, oturma, depo bölümü
olan evler… Yüzleri es geçilmiş, asıl özen bedenlerine verilmiş insan
heykelleri, hayvanlı-insanlı karışık yüzlerce sanat eserinin üretildiği
atölyeler… Tam olarak ne için kullanıldığı bilinmese de kült merkezi
olduğu kesin özel payelerle destekli tapınak… İnsan ve hayvan
ruhunu simgeleyen tasvirlerle mistik yorumlar yaptıkları figürler…
Hayvanları avladıkları ok uçları, taş aletler…
Güçlü akan nehirler, bereketli ovalar ve sıra dağların doğal sınırları
içinde kendilerine bir yaşam kurdular. Nereden gelmişlerdi, nereye
gittiler, henüz meçhul. Hemen yanlarındaki, 800 metre yükseklikteki
Göbekli Tepelerin aksine düzlük yerde olmak ve Fırat’ın kolu olan
Kantara Çayı’nı görmek istediler. İçinde yaşadıkları bütün mimari
yapıların girişlerini çaya çevirdiler. Belki o su şırıltısı, o güzel eserleri
yapmalarına ilham verdi, belki hepsi de hiç farkında olmaksızın bir
araya gelmiş sanatçılardı.
Sayıları bin kişiyi bulmuyordu. Anadolu’da çokça görülen ana tanrıça
burada yerini erkeğe, belki de, kim bilir kadınla erkeğin bir arada
yönetimi paylaştığı bir anlayışa bırakmıştı. Daha o zamandan sınıfları
ayırmışlardı toplumu. Cinsel dünyalarından izleri kayalara,
kiraçtaşlarına çizdiler, şekillendirdiler. Günümüzden tam on bir bin yıl
önce… Onlar Urfa ili sınırları içinde kalan Nevali Çorililerdi. Bugün
yaşamları suların altına gömüldü. Arkeologlar yaşadıkları yer sular
altında kalmadan önce yaptıkları kazılarla ne varsa topladılar. Ama
GAP projesi dahilinde 1992 yılında sular altında kalan Nevali
Çorililerin gizemi hâlâ merak konusu.
Tarihi değiştirebilir
Nevali Çori, 1980'li yılların sonunda ve 90’ların başındaki kurtarma
kazıları sayesinde ortaya çıkarıldı ve sular altında kalmadan önce
bulunan eserler, Urfa müzesine taşındı. Heidelberg Üniversitesi'nin
Urfa Müzesi ile birlikte yaptığı kazılar o kadar ilginç sonuçlar ortaya
koldu ki, değerlendirmeler pek çok yeni bilgiyi ortaya çıkaracak. Kazı
başkanı Prof. Harald Hauptmann bir şeyin Nevali Çori kazılarıyla
kesinleştiğini söylüyor: "Anadolu toprakları medeniyetin beşiği ve
sanıldığının aksine tarımla birlikte yerleşik düzene geçişin simgesi
olan Neolitik kültür, Akdeniz'de değil, bu topraklarda başladı."
Bu insanlar nereden buraya gelmişlerdi, bu gelişmiş sanatı nereden
öğrenmişlerdi? Bunlar henüz bilinmeyenler. Avcılık toplayıcılıkla
yaşamını sürdüren ilkçağ topluluklarının bulundukları çevreye hakim
olup yerleşik düzene geçmesi ve tarım yapmasına tarihçiler "Neolitik
Devrim" diyor. Nevali Çori insanları sadece hayvanları avlayıp besin
toplayarak değil tarım yaparak da gelişmişlik örneği sunuyorlardı.
Hauptmann "Kısa bir süre fark olmasına rağmen yerleşik düzene
geçmişti, belki bir yerden öğrenmişlerdi bunu. Toroslar iyi
topraklardı, avcılık imkanı vardı, yaban ceylanlarını avlıyorlardı,
ceylan çok fazlaydı, ayı vardı. Geyik ve yaban domuzu avcılığının
yanı sıra koyun ve keçi yetiştiren Nevali Çorililer çağdaşlarının aksine
buğday, arpa, fasulye, bezelyenin yanı sıra Antep fıstığı, badem ve
üzüm yetiştiriyorlardı" diyor.
Kafatası kültü
90/40 metrelik büyük terasın üzerinde kurulan Nevali Çori, yani yöre
halkının deyişiyle Sıtma Deresi üzerinde 5 tabaka keşfetti arkeologlar.
Hepsi birbirinden ayrılmış muntazam dikdörtgen evlerin işçiliğindeki
özen, kanallı yapılar olması ve girişlerinin dereye bakması farklı bir
yeri işaret ediyordu. Duvarlarını, odaların tabanlarını kalın bir kille
sıvamışlar adeta kalın bir duvar daha örmüşlerdi üzerlerine. Taban
döşemelerinin altındaki kanalları dışarıya açık tutmuşlar, böylece
içerini havalandırmayı ve yaşadıkları mekanı kuru tutmayı akıl
etmişlerdi.
Nevali Çorililer, ölülerini aynı bölgedeki diğer uygarlıklar gibi
yaşadıkları evlere gömüyorlardı. Önce kafasını bedeninden ayırıp
kuşlara parçalatıyor, sonra gömüyor ve atalarına tapıyorlardı.
Kazılardaki en ilginç buluntu tapınak. Bağımsız bir tapınak hem de. T
biçimli, üzerleri heykeltıraşlık eserleriyle kaplı payelerle desteklenmiş
tapınak ayrı bir sınıfın varlığının kanıtı. Bu tapınağın mozaik kaplı
tabanı vardı ve bir nişin içinde çok büyük boyutta muhtemelen erkek
heykeli bulunuyordu.
Atölye olarak kullanılan yapıda 700 pişmiş toprak figürin buldular,
sadece 30'u hayvan biçimindeydi. İnsana ağırlık vermiş bir sanat
anlayışları vardı. İnsanlarla çevrelerini sarmış hayvanları, panteri,
aslanı, ayıyı, yaban domuzunu, yabani atı ve uçan akbabaları tasvir
ettiler. Sanatsal kalite açısından çok ileri düzeyde eserler bunlar.
Düzenli ve örgütlü bir toplum
Hauptmann "Taştan yapılmış heykeltıraşlık eserlerinin münferit
eserler olmaları, bunların büyük boyutlu heykellerin modelleri
olduklarını düşündürüyor. Bu görüşü destekleyen bir diğer buluntu
grubu da minyatür kabartmalı payeler" diyerek ekliyor: "T başlı
monolitik sütun stilize insan kabartmalarıyla bezeli ve uzunluğu 3
metreyi aşıyor. Akbabaya benzeyen 59 cm'lik kuş heykeliyle insan ve
kuş karışımı 23 cm yükseklikteki bir yaratığın baş ve gövde parçasını
bulduk. Bereket ve ölüm tasvir edilmiş belki, kuş da öteki dünyayla
bağlantıyı simgeliyor. İşlevlerine göre ayrılmış yapıların ve bir
tapınağın olması burada düzenli ve örgütlü bir topluluğun yaşadığının
işareti. Ekonomik ve sosyal açıdan sınıflara ayrılmış bir toplum…"
Nevali Çori'de bildiğimiz ana tanrıça figürüne rastlamadı arkeologlar.
Bunun yerine kadınla erkek bir arada ya da tek tek ayrı şekillerde ve
hayvanlarlaydı. "Burada erkek egemen toplum vardı diyemeyiz ama
erkek figürleri daha fazla ve ana tanrıça kültü yok" diyor Hauptmann.
Nevali Çori'nin bir diğer ve belki de asıl önem taşıyanı kadınların ve
erkeklerin cinselliklerinin vurgulanması. Dik duran fallus biçimli
erkek figürü, insan başlı kuş tasviri, ereksiyon halindeki penisiyle
aslanımsı bir hayvan ve aslan heykeli ile süsülenmiş bir başlık…
Bunlar henüz tam olarak açıklanamayan ama ilk olarak bulunan cinsel
yaşam izleri… Burada bulunan yüksek düzeydeki sanat eserlerine
bakarak özel bir topluluğun yaşadığını dünürsek… Bu kadar yaratıcı
insanlar olduklarına göre cinsel yaşamları da belki üremenin
ötesindeydi. Hauptmann "Belki o odayı zifaf odası olarak
kullanıyorlardı, bilinmiyor henüz. Belki de cinsel fantezileri söz
konusu, henüz araştırmalar sürüyor" diyor.
Nereye gittiler, yaşam nasıl son buldu? "Muhtemelen çevre
koşullarının etkisiyle başka bir yere göç etkisiyle başka bir yere göç
ettiler. Belki hayvan türü azaldı, karınlarını doyurmada güçlük
çektiler." Nevali Çori'den çıkarılan bütün eserler Urfa Müzesi'nde
beklemede. Mimari parçalar da suların gelmesine meydan vermeden
müzeye taşındı, arkeolog Murat Akman belki bir gün
rekonstrüksiyonu yapılır diye numaraladı, en az yer kaplayacak
şekilde tasnif etti. Dünya tarihi içinde Anadolu'nun önemini
vurgulayan bu çok önemli kenti yeniden canlandırmak, eserleri
herkesin görmesini sağlamak elbette mümkün.

URFA HANLARI
Şanlıurfa şehir surlarının Samsat Kapısı dışında bulunan bu hanın
kitabesi günümüze gelemediği gibi kaynaklarda da onunla ilgili
bilgiye rastlanmamıştır. Bu bakımdan yapım tarihi kesinlik
kazanamamıştır. Yapı üslubundan XV.-XVI.yüzyıllarda yapıldığı
sanılmaktadır. Bu han kervanların şehre girmeden konaklamaları için
sur dışında yapılmıştır.
Han kesme taştan oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Dikdörtgen
planlı han tek katlı olup şehrin en büyük hanıdır. Avlu çevresine
yuvarlak kemerli revak veya duvarlardaki pencerelerle açılmıştır.
Osmanlı han mimarisindeki belirli bir plan tipine uymamaktadır. Üst
örtüsü toprak damlıdır.
Gümrük Hanı Merkez)
Şanlıurfa il merkezinde, Kazaklar Çarşısı’nda bulunan bu hanın giriş
kapısı üzerindeki sülüs yazılı kitabesinden öğrenildiğine göre; Kanuni
Sultan Süleyman döneminde, h.970 1562) tarihinde yapılmıştır.
Evliya Çelebi bu handan Yetmiş Hanı ismi ile söz etmektedir. Ayrıca
iki renkli taşlardan yapılmış olmasından ötürü de Alaca Han ismi ile
kaynaklarda yer almaktadır.
Kesme taştan yapılmış olan han, dikdörtgen planlı olup, bir avlunun
çevresinde dükkânlar sıralanmıştır. Hanın giriş kapısı dıştan yuvarlak
kemerli olup, giriş eyvanının avluya açılan kapısı sivri kemerlidir.
Hanın iki büyük kapısı ve tali geçişler için de kullanılan küçük
kapıları vardır. Büyük kapılardan biri hanın içerisindeki bedesten,
diğeri de açık çarşı ile bağlantılıdır. Giriş kapısının yanındaki bir
merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. Giriş eyvanının üzeri mescit
olarak kullanılmıştır. İkinci kat birbirlerine yuvarlak kemerli
sütunlarla birleştirilmiş tonozlu bir revak ve bunun arkasında da hanın
odaları sıralanmıştır. Sütunların arası taş korkuluklarla kapatılmıştır.
Bu revak hanın avlusuna açılmaktadır.
Gümrük Hanı 2001 yılında Şanlıurfa Kültür Sanat ve Araştırma Vakfı
tarafından Rızvaniye Vakfının da katkıları ile restore edilmiştir.
Mencek Hanı Merkez)
Şanlıurfa il merkezinde, Pamukçu Pazarı’nın doğusunda bulunan
Mencek Hanı’nın kitabesi günümüze gelememiş olup, yapım tarihi
bilinmemektedir. Bununla beraber h.1128 1716) tarihli bir vakfiyede
hanın isminin geçmesi, hanın XVIII.yüzyıl başlarında var olduğunu
göstermektedir. Mimari yapısından hanın XVI.yüzyılın ikinci
yarısında yapıldığı sanılmaktadır.
Han kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Dış cephesine
dükkânlar yerleştirilmiştir. Kuzey cephesindeki tonozlu bir dehlizden
kare planlı avluya girilmektedir. Giriş eyvanının yanındaki taş bir
merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. İkinci kat yuvarlak kemerlerle
birbirlerine bağlanmış sütunlu bir revakın arkasındaki odalardan
meydana gelmiştir. Buradaki revakların doğu cephesindekiler payeli,
diğerleri de sütunludur. Avlunun güneybatısındaki köşeler eyvan
şeklinde yükseltilmiştir.
Mehemede Hanı Merkez)
Şanlıurfa Soğmatar’ın 30 km. kuzeyinde, Dağyanı Köyü’nde bulunan
bu han, Mehmet’in Hanı ismi ile de tanınmaktadır. Aynı zamanda
burası Hayrat olarak da anılmaktadır. Romalılar dönemine ait bir
yapının üzerindeki bu hanın yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır.
Bunu belirten bir kitabeye de rastlanmamıştır.
Han dikdörtgen planlı, kesme taştan, doğu-batı yönünde uzanan bir
yapıdır. Günümüze kısmen harap olarak gelebilen hanın yuvarlak
kesme taştan bir üst örtüsü olup, beşik tonozla örtülmüştür. İçerisinde
kayalara oyulmuş su toplama havuzu bulunmaktadır. Ayrıca doğu ve
güneyinde kayalık zeminlere oyulmuş su kanalları bulunmaktadır.
Barutçu Hanı Merkez)
Şanlıurfa Demirci Pazarı’nda bulunan bu hanın kitabesi günümüze
gelemediğinden yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Yapı
üslubundan XVI.-XVII.yüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır.
Kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılan han iki katlıdır.
Yuvarlak kemerli bir kapıdan girilen avlunun çevresi yuvarlak
kemerlerle birbirine bağlı sütunların oluşturduğu bir revakla çevrilidir.
Bu revakın arkasında odalar sıralanmıştır. Hanın ikinci katı dışa kapalı
bir koridorun arkasında cepheye yönelik odalardan meydana gelmiştir.
Üst örtüsü düz toprak damlıdır. Günümüzde han kullanılmaktadır.
Bunların dışında ilde, Hacı Kâmil Hanı, Şaban Hanı, Kumluhayat
Hanı, Fesadı Hanı, Samsat Kapısı Hanı, Bican Ağa Hanı ve Topçu
Hanı bulunmaktadır. Ayrıca Şanlıurfa’da yakın tarihlere kadar ayakta
olan ancak günümüze gelemeyen başlıca hanlar da Çifte Han, Aslanlı
Han, Boyahane Hanı, Ali Bargut'un Hanı, Zencirli Hanı Küsto'nun
Hanı), Cesur Hanı, Hacı Ali Ağa Hanı’dır.


HARRAN
Harran’ın bilinen tarihi, M.Ö. 5000 yıllarında başlamaktadır.
Başlangıçta Sümer ve Hititlerin elinde bulunan bölge M.Ö. 2750
yılında Samilerin istilasına uğramıştır. Daha sonra 612 yılına kadar
Asurların egemenliğinde kalan bölge 550 yılından itibaren sırasıyla,
Perslerin ve Büyük İskender’ in İmparatorluk sınırları içerisinde
kalmıştır. M.S.750 yılında yöreyi ele geçiren Araplar, buradaki Bizans
hâkimiyetine son vermişlerdir. 1071 yılında Malazgirt zaferinden
sonra, İlçe toprakları Türk hâkimiyetine geçmiştir.
Tevrat’ta “Haran” olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslâm
tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in torunlarından
Kaynan’a veya İbrahim Peygamber’in kardeşi “Aran”a Haran)
bağlarlar. XIII. yüzyıl tarihçilerinden İbn-i Şeddat, Hz. İbrahim’in
Filistin’e gitmeden önce bu şehirde oturduğunu, bu nedenle Harran’a
Hz. İbrahim’in şehri de denildiğini, Harran’da İbrahim Peygamber’in
evinin, adını taşıyan bir mescidin, O’nun otururken yaslandığı bir
taşın var olduğunu yazmaktadır.
Harran tarihiyle ilgili en doğru bilgiler arkeolojik kazılardan elde
edilen buluntulara dayanmaktadır. Harran adına ilk defa, Kültepe ve
Mari’de bulunan M.Ö. II. bin başlarına ait çivi yazılı tabletlerde “Harra-na” veya “Ha-ra-na” şeklinde rastlanmaktadır. Kuzey Suriye’de
Ebla’da bulunan tabletlerde ise Harran’dan “Ha-ra-an” olarak
bahsedilmektedir. M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde,
Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran’daki Ay
Tanrısı’nın Sin) ve Güneş Tanrısı’nın Şamaş) şahit tutulduğu
belirtilmektedir.
Tüm bu tarihi belgelerden anlaşıldığı üzere, Harran adı 4000 yıldan
beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Harran adı, Sümerce ve
Akatça “Seyahat-Kervan” anlamına gelen “Haranu”dan gelmektedir.
Bazı kaynaklar bu kelimenin “keşişen yollar” veya “şiddetli sıcak”
anlamına geldiğini de kaydetmektedirler.
Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey
batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada
bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret
ilişkileri bulunan Asurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden biri idi.
Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya olan
ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi
kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.
Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı eski
Mezopotamya’daki Assur ve Babillerin politeist inancına dayanan
Paganistliğin Putperestlik) önemli merkezlerinden olması yönüyle de
ünlü idi. Bu nedenledir ki Harran’da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir.
Babiller döneminde “ilu sa ilani” tanrıların tanrısı), “sar ilani”
tanrıların kralı) ve “bel ilani” tanrıların efendisi-rabbi) olarak
adlandırılan Ay Tanrısı “Sin” paganistlerin en büyük tanrısı olma
özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde “Mar
alahe” olarak adlandırılmıştır.
İslâm kaynaklarında “Harrânîler” putperestler) adıyla anılan bu dinin
mensuplarının bir kısmı, Abbâsi Halifesi Me’mun’un “Kur’an’da
geçen bir dini seçin” tavsiyesi üzerine bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı
da Müslüman olmuş, önemli bir kısmı ise “Hiç kötülük etmeyen yüce
bir yaratıcı”nın varlığını kabul eden ve Kur’an’da ehl-i kitapla beraber
üç defa zikredilen, İslâm hukukçularına göre Hıristiyan ve
Musevilerle aynı hukuki haklara sahip olan güney Mezopotamya’daki
Sabiilerin monoteist inanç sistemini benimsemiştir. Ancak Sabiizmi
benimseyen bu grup eski Paganist inançlarından tam kopmayarak bu
yüce varlığın sadece yaratma gibi önemli işleri gördüğüne, yarattığı
varlıklarla ilgili diğer işleri ise aracı ilah olarak niteledikleri
gezegenlerin ve bunlar adına inşa edilen tapınaklarda onları temsil
eden putların yaptığına inançlarında yer vermiştir. Bu dönemde Sin
hala tanrılar sisteminin zirvesinde yerini koruyor. “İlahü’l-alilah”
tanrıların tanrısı) ve “”rabbü’l al-ilah” tanrıların rabbi) olarak
adlandırılıyordu. Böylece güney Mezopotamya’daki esas Sabiizm’den
farklı bir çehreye bürünen bu dinin mensupları “Harranlı Sabiiler”
olarak anılmışlardır.
Urfa’nın Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline
gelmesine karşılık, Harran Sabiilerin merkezi olmuş ve Hıristiyanlar
Harran’a putperest şehri anlamına gelen “Hellenopolis” adını
vermişlerdir. Varlıklarını M.S. XI. yüzyıla kadar sürdüren Sabiilerin
son mabedi h. 474 m. 1081) de Nûmeyriler adına şehrin valisi olan
Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılmış ve böylece Harran’daki
Sabiizm sona ermiştir.
Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi “Harran Ekolü”dür.
İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi’nde dünyaca ünlü
birçok bilgin yetişmiştir. Devrinin en büyük matematikçilerinden,
tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya
çevirenlerinden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, o tarihlerde Dünyadan
Ay’a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani Avrupalılar
Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının aksine
maddenin bölünebilen en küçük parçasının müthiş bir enerji ile
parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece
atomun mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, din bilgini Şeyh-ül İslâm
İbni Teymiyye Harran’daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü
alimlerden bazılarıdır.
Emevi hükümdarlarından II. Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi
Devleti’nin başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya bölümü 750 yılında
Abbâsilere yenilerek Harran’da sona ermiştir. Abbâsi hükümdârı
Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi” dünyada büyük bir ün
kazanmıştır.
Cüllab ve Deysan ırmaklarının suladığı kuzey Mezopotamya
düzlüğünde bulunan Harran Ovası tarihte bir ağ gibi su kanalları ile
örülmüş bir tarım sahası idi. 1184 yılında Harran’ı ziyaret eden
Seyyah İbni Cübeyr, burasının gölgelik ve ağaçlık olduğunu, çeşitli
meyve sebzelerin yetiştiği, uzun süren bir kuraklık sonucunda ise
harap olduğunu yazmaktadır.
1242 yılında Harran’a gelen İbni Şeddad şunları yazmaktadır:
“Deysan ve Cüllab nehirleri arasında kurulmuş olan şehirdeki
imalathanelere Cüllab nehrinden su gelirdi. Cüllab, Diphisar adlı bir
köyden çıkar ve Harran’ı sulardı. Nehrin suları şehrin bazı evlerine
kadar ulaşırdı. Harran’da 14 hamam vardı. Devlet ovadaki sulamadan
170.000 dirhem vergi alıyordu”.
Fatımiler, Zengiler, Eyyûbiler ve Selçuklular gibi Türk-İslâm
devletlerinin yerleşmesine sahne olan Harran, 1260 yılı başlarında
Moğollar tarafından işgal edildi. 1270 yılında Moğollar burayı
ellerinde tutamayacaklarını anlayınca Camiini, surlarını ve kalesini
yakıp yıkarak kenti tahrip ettiler. Halk Mardin, Dimaşk Şam) ve
Halep’e kaçtı. Etraftaki göçebeler tarafından işgal edilen tarihin bu
altın şehri bir köy haline gelmiş ve bir daha eski görkemine
dönememiştir.
Harran’da Günümüze Gelebilen Eserler:
Harran Höyüğü
Şehrin ortasında yer alan 22 m. yüksekliğindeki höyük oldukça geniş
bir alana yayılmıştır. M.Ö. III. binden M.S. XIII. yüzyıla kadar
kesintisiz olarak iskân edilen Harran Höyüğü, içerisinde çeşitli
devirlere ait mimari kalıntıları ve bölgenin tarihini gün ışığına
çıkartacak belgeleri barındırmaktadır.
Höyükte ilk araştırmalara 1951 yılında D.S.Rice tarafından
başlanılmış ve bu araştırmalar aralıklarla 1956 yılına kadar devam
etmiştir. O tarihten bu yana arkeologların gözünden ırak olan Harran
höyüğünde 1983 yılında Dr. Nurettin Yardımcı başkanlığında
araştırma ve kazılara yeniden başlanılmış ve M.Ö. III. binden XIII.
yüzyıla kadar devreleri içerisine alan çeşitli buluntulara rastlanılmıştır.
Üst tabakada geniş bir alana yayılmış olarak ortaya çıkartılan XIII.
yüzyıl İslâmi devir şehir kalıntısı; su kuyularının bulunduğu avluları
olan kare ve dikdörtgen planlı bitişik nizamlı evler, bu evlerin
oluşturduğu dar sokaklar ve ortasında büyük bir kuyunun yer aldığı
meydanlar, o dönemin İslam şehirleri ve konut mimarisi hakkında
önemli ipuçları vermektedir.
Kazılardan elde edilen çok sayıdaki İslâmi devir sikke, sırlı ve sırsız
seramik kaplar, taş aletler, çeşitli süs eşyaları, madeni eserler, idol ve
hayvan figürinleri Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmektedir.
Sin Mabedi
Babil dönemine ait ünlü Sin Mabedi Harran'da inşa edildiği bilinen en
eski anıtsal eserdir. M.Ö. 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari
tabletlerinde Harran'daki Sin Ay Tanrısı) Mabedi'nde bir antlaşma
imza edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Yine M.Ö. II. bininin
ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan
bir antlaşmaya Harran'daki Ay Tanrısı Sin'in ve Güneş Tanrısı
Şamas'ın şahit tutulduğu belirtilmektedir.
Yeri kesin olarak tespit edilemeyen Sin Mabedi'nin, höyükte, iç kalede
ya da Ulu Camii'nin yerinde olduğu konusunda değişik fikirler ileri
sürülmektedir. Bunlardan İbn-i Şeddad, bu mabedin Ulu Cami'nin
yerinde olduğunu, Harran'ın 640 yılında İyâd b. Ğanem tarafından
fethedilmesiyle bu mabedin camiye dönüştürüldüğünü, Paganistlere
kendi mabedlerini yapmaları için başka bir yer verildiğini
söylemektedir.
Rice'nin yaptığı kazılarda, Ulu Cami'nin doğu, batı ve kuzey avlu
kapılarının girişinde ters vaziyette döşeme taşı olarak kullanılmış üç
bazalt stel bulunmuştur. Babil Kralı Nabonid dönemine tarihlenen
M.Ö. V. yüzyıl) bu stellerden birinin Güneş Tanrısı Şamas'ı temsil
ettiği tespit edilmiş, üçüncü stelin mahiyeti anlaşılamamıştır. Şanlıurfa
Müzesi'nde sergilenmekte olan bu steller Ulu Cami'ye başka bir
yerden getirilmiş olabileceği gibi, caminin yerinde bulunması
muhtemel olan Sin Mabedi'ne ait de olabilirler. İkinci ihtimal İbn-i
Şeddad'ın söylediklerine ağırlık kazandırmaktadır.
Dr. Nurettin Yardımcı 1985 yılı kazılarında höyüğün 36 DD ve 36 GG
plan karelerinde bulduğu, Babil Kralı Nabunaid dönemine ait çivi
yazılı iki tablette Sin Mabedi'nden ve E.HUL.HUL tapınağından söz
edilmiş olmasına dayanarak mabedin höyükte olabileceğini ileri
sürmektedir.
Harran'da XI. yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren Sabiilerin h. 474 m.
1081)'de Nûmeyrilerin valisi Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılan son
mabedlerinin yeri, bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir.
Harran Üniversitesi
İlk Çağ'dan beri varlığı bilinen ve miladi 718-913 tarihleri arasında
İslâmi dönem) bilim ve sanatta doruk noktaya ulaşan Harran
Okulu'nun Üniversite) İslâm öncesi ve İslâmi dönemdeki yeri,
bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir. Halk arasında ve
kaynaklara dayanmayan bazı yayınlarda büyük bir yanlışlıkla Emevi
dönemine ait Ulu Cami'nin kalıntıları Üniversitesi olarak
gösterilmekte ve caminin minaresi rasat kulesi olarak tanıtılmaktadır.
Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 1976 yılı kazılarında, caminin
doğu ve kuzey cephelerinde bitişik olarak ortaya çıkan küçük
hücrelerin İslâmi dönem üniversitesinde medrese) ait olduğu tahmin
edilmektedir.
Devam etmekte olan kazılardan elde edilecek bulgular, bu konuyu
açıklığa kavuşturacaktır.
Tarihi Harran Üniversitesi'nin kuruluşu hakkında elimizde yeterli
kaynak bulunmamaktadır. Assur ve Babil dönemlerinden M.Ö. II.
bin) İslâmi döneme kadar M.S. VII. yy) devam eden ve gezegenleri
temsil eden gelişmiş bir Tanrılar Kültü'nün Harran'da yaşamış olması,
M.Ö. II. binde buradan astronomi biliminin ileri bir düzeyde olduğunu
göstermekte ve bu bilimin ancak bir okulda sistematik bir şekilde
öğretilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Bu görüşe dayanarak,
Harran Okulu'nun temellerinin Assur ve Babil dönemlerinde atıldığını
söylemek mümkündür.
M.S. II. ve III. yüzyıllarda Antik dünyanın eğitim merkezi sayılan
İskenderiye ve Atina okullarından ikincisinin 529 yılında Iustinianus
tarafından kapatılması üzerine, bu okulun hocalarının Roma-İran
arasında yer alan Elcezire bölgesindeki okullara dağıldıkları ve bu
hocalardan Simplicius'un Harran'da kalarak Harran Okulu'na çeki
düzen verdiği bilinmektedir. Ancak Harran Okulu'nun bu tarihten
önceki durumu ve alimleri hakkındaki bilgiler henüz karanlıktadır.
Ömer b. Abdülaziz'in 634-644 yılları arasındaki halifeliği döneminde,
Antakya ve Harran okulları ilmi araştırmaların merkezi yapılmıştır.
M.S. 718 yılında İskenderiye Okulu da kapatılınca, buradaki hocalar
Antakya ve Harran okullarına gitmişlerdir. Emeviler devrinde 660-
750) Elcezire bölgesindeki okullar ve bilhassa Harran Okulu, büyük
bir gelişme göstermiş ve VII. yüzyılın ortaları ile VIII. yüzyılın ilk
yarısında Harran'da çeviri çalışmaları hızlanmıştır. Bu dönemde
Harran Okulu'nda Paganist, Sabii, Hıristiyan ve Müslüman alimler
rahat bir ortamda serbestçe çalışıyorlar ve ilkçağ Yunan aydınlarının
çoğu Anadolu'da bulunan eski yazmalarını ve Süryani yazmalarını
Arapça'ya çeviriyorlardı. Bu çeviriler arasında ilkçağ bilgin ve
bilgelerinden Öklid, Thales, Pisagor ve Arşimed'in eserleri de yer
alıyordu.
Bilindiği kadarıyla düşünce ve bilim tarihinde önemli bir dönemi ve
evreyi teşkil eden İskenderiye'den Harran'a uzanan öğretim merkezleri
zinciri içerisinde öncelik İskenderiye'ye aitti. Öğretim merkezi olma
durumu İskenderiye'den Antakya'ya, oradan Harran'a, Harran'dan
Bağdat'a geçmiştir. Harran Okulu'nda yetişmiş alimlerle ilgili bilgiler,
VIII. yüzyıldan itibaren bize ulaşmakta, daha öncekiler hakkında
yeterli kaynak bulunmamaktadır.
Harran Kale ve Şehir Surları
Şanlıurfa Harran ilçesindeki elips şeklindeki Eski Harran şehrini
kuşatan surların yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Günümüze
Harran surları büyük ölçüde yıkılmış olarak gelmiş, yalnızca Halep
Kapısı ayakta kalabilmiştir. İbn-i Cübeyr Harran’ın büyük bir şehir
olduğunu belirttikten sonra çevresinin yontma taşlardan son derece
sağlam bir surla çevrili olduğunu yazmıştır. İbn-i Şeddad ise surlarla
ilgili daha ayrıntılı bilgi vermektedir:
”Çok müstahkem bir suru vardı. Surların sekiz kapısı bulunuyordu.
Bunlar saatin yelkovanı yönünde güneyden başlayarak Rakka Kapısı,
Büyük Kapı Halep Kapısı), Niyar Kapısı, Yesit Kapısı, Fedan Kapısı,
Küçük Kapı, Gizli Kapı ve Su Kapısı’dır. Rivayete göre Su Kapısı
üzerinde bakırdan yapılmış iki yılan tılsımı vardı. Bunlar şehre
yılanların zarar vermemesi için yapılmıştı.”
Bunun yanı sıra İbn-i Şeddad şehrin dış mahallesinin de şehir suruna
bitişik ayrı bir surla çevrili olduğunu belirtmiştir. R.A.Chesney ilk
defa Halep kapısı’nın gravürünü 1850 yılında çizerek yayınlamıştır.
Bu kapı yakın tarihlerde Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiştir.
Bu restorasyon sırasında Chesney’in gravürü dikkate alınmamış ve
restorasyon hatalı yapılmıştır. Bu kapı üzerindeki bir kitabede
Selahattin Eyyubi’nin kardeşi El Melik El Adil tarafından 1192’de
yapıldığı yazılıdır.
Harran’ın güneydoğusundaki kalenin bulunduğu yerde kaynaklar
Sabi-i Mabedi’nin olduğundan söz etmektedir. İslam kaynaklarından
El Mukaddes-i X.yüzyılda bu kalenin Kudüs Kalesi gibi taştan
yapıldığından söz etmiştir. Ayrıca Emevi hükümdarı II.Mervan’ın
yaptırmış olduğu sarayın da burada olduğu ileri sürülmüştür. İbn-i
Cübeyr Harran Kalesinden de ayrıca söz etmiştir:
”Şehrin doğusunda, boş bir arsa ile ayrılmış müstahkem bir kalesi
vardır. Bu kalenin etrafına döşenmiş taşlarla yapılmış derin ve geniş
bir hendek bulunur. Bu hendek şehir suru ve kaleyi birbirinden ayırır.
Hendeğin suru da çok sağlamdır.”
XVII. yüzyılın ortasında Harran’a gelen Evliya Çelebi de bu kaleye
değinmiştir: ”Urfa’dan güney tarafında dokuz saat giderek Harran
Kalesine geldik. Burayı da Nemrud yapmıştır. Çöl içinde gayet
sağlam bir kaledir. Beşgen şeklinde olup, sanki usta elinden yeni
çıkmış gibidir.”
Harran Kalesi dikdörtgen planlı olmasına rağmen düzensiz bir yapıdır.
Dört köşesine on ikigen birer kule yerleştirilmiştir. Bu kulelerden
kuzey tarafındaki kule tamamen yıkılmıştır. Güneybatı ve
kuzeydoğudaki kuleler kısmen ayakta olmasına karşılık,
güneydoğudaki kulenin dışarısı yıkılmış, içerisi de kısmen ayakta
kalmıştır.
Harran Kalesi ile ilgili incelemeyi Llyod ve Brice detaylı olarak
yapmıştır. Kalenin rölöve ve kesitlerini çıkarmış, kalenin
90.00x130.00 m. ölçüsünde üç katlı olduğunu, içerisinde tonozlu 150
oda bulunduğunu belirtmişlerdir.
Bu kalenin İslam öncesi ve İslam devirlerinde üç ayrı dönemde
yapıldığı sanılmaktadır. Bunlardan Melik El Adil döneminde 1192’de
yapılan büyük bölüm kalenin batı kesiminde olup, aynı zamanda
burada beşik tonozlu büyük bir mescit, galeri ve çeşme olduğu sanılan
bir de niş günümüze gelebilmiştir. 1951 yılında kalenin doğu
kesiminde yapılan kazılarda bazalt taşından at nalı şeklinde kemerli
bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Bu kapıya ait olan kitabe parçalarında ise
Numeyrilerin hükümdarı Meni’nin Kavvam) ismi ile 1059 tarihi
geçmektedir. Büyük olasılıkla bu kitabe kalenin ikinci dönem
yapımına aittir. Ayrıca bu kapının iki yanında da başlarını geriye
çevirmiş, zincirli birer köpek kabartması ile karşılaşılmıştır. Kalenin
güney cephesinin duvarları üzerinde yer alan Memluklu üslubunda
yazılmış kitabenin El Nasr’a ait olduğu ve 1315 yılında yazıldığı
anlaşılmaktadır.
Harran Kalesi’nde Dr.Nurettin Yardımcı’nın yapmış olduğu kazılar
sırasında yapı kalıntılarının dışında madeni kaplar, kazanlar bulunmuş
olup, bunların büyük bir kısmı Urfa Müzesi’nde bulunmaktadır.
Kazılarda ortaya çıkarılan çok sayıda oda ve koridorlar üzerindeki
çalışmalar devam etmektedir.
Harran Ulu Cami
Harran Höyüğünün doğu eteğinde bulunan cami çeşitli kaynaklarda
Cami el-Firdevs, Cuma Camisi ismiyle geçmektedir. Anadolu’nun ilk
anıtsal ve avlulu, şadırvanlı camilerinden olmasının yanı sıra zengin
taş işçiliği ile tanınmıştır.
Bu cami ile ilgili olarak İbni Cübeyr bazı bilgiler vermektedir: “Cami
ağaç direklerle ve kemerlerle tavanlanmıştır. Direklerinin uzunluğu 15
adım tutar ve mermer döşemenin üstünde boydan boya uzanır. Bu
camiden daha geniş kemerli olan cami görmedim. Camiye giriş
sahnının duvarlarının her tarafından kapılar açılmıştır. Bunlardan
dokuzu ana kapının sağında, dokuzu solundadır. On dokuzuncu kapı
olan ana kapı ortada olup büyük kemerlidir. Bu kapı sanki şehir
kapıları gibi heybetli ve güzeldir. Bu caminin kapılarının hepsi
ağaçtan olup son derece süslü ve ustaca yapılmış kilitleri vardır. Bu
caminin yapısında ve ona bitişen çarşıların planlanmasında şehirlerde
nadir görülen bir güzellik ve intizam görülür.”
Bu camiden söz eden İbni Şeddad, caminin Ay Mabedi Sin Mabedi)
olduğunu ve Hz. Ömer zamanında İvaz bin Ganem Harran’ı ele
geçirince 640 yılında mabedi camiye çevirdiğini yazmıştır. Ulu Cami
üzerinde araştırma yapan D. Talbot Rice, caminin avlu kapıları
girişinde bulunan ve Babil Kralı Nabonid dönemine, MÖ.VI. yüzyıla
tarihlenen Ay Tanrısı Sin ve Güneş tanrısı Samas’ ı simgeleyen üç
stele dayanarak İbni Şeddad’ın ileriye sürdüklerini doğrulamıştır.
XII. yüzyılın ortalarında yapı genişletilmiş ve bezenmiştir. Bununla
ilgili bir kitabe de doğu cephesine konulmuştur. Halife Hişam bin
Abdülmelik II. Mervan’ı bölgeye vali olarak atamış ve bundan sonra
da Harran vilayet merkezi olmuştur. Mervan halife olduktan sonra
Harran’ı Emevi Devletinin baş şehri yapmıştır. Bundan sonra da İyaz
bin Ganem zamanındaki caminin yerine daha büyük ölçüde Ulu
Camiyi yaptırmıştır. D.Talbot Rice ve burada 1983’den beri kazı
çalışmaları yapan Dr. Nurettin Yardımcı Harran Ulu Camisi’nin II.
Mervan tarafından yapıldığını belirtmişlerdir.
Harran Ulu Camisi kesme taş ve tuğladan yapılmıştır. Kemer ve
tonozlarda tuğlalar kullanılmış, yer yer de ağaçtan yararlanılmıştır.
Cami 104.00x 107.00 m ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. İbadet
mekânı 104,00x40,00 m; avlusu da 100.00x 65.00 m. ölçüsündedir.
İlk kez, 1950’li yıllarda K.A.C Creswell’in çizdiği planı Early Muslim
Architecture isimli kitabında yayınlamış, ardından kazı çalışmalarını
yürüten Dr. Nurettin Yardımcı’nın kazıları ile plan netlik kazanmıştır.
Buna göre caminin, mihrap duvarına paralel dört sahınlı bir planı
olduğu anlaşılmıştır. Sahınların birinci ve üçüncü bölümleri bir üslup
birliği göstermektedir. Üçüncü sahın ise yalnızca payelerle, giriş
bölümündeki dördüncü sahın ise dikdörtgen payeler önündeki
sütunlardan oluşmuştur. Böylece ibadet mekânı paye sütun dizileri ile
devam etmiştir. Bu durum caminin üç aşamada yapıldığını
göstermektedir. Duvarlardan ve duvarlardaki izlerden caminin önce
II.Mervan zamanında mihrap duvarına paralel iki sahınlı olduğunu,
sonraki dönemlerde buna üçüncü ve dördüncü sahınların eklendiği
anlaşılmaktadır. İlk iki sahnın üst örtüleri üçüncü ve dördüncü
sahınlardan daha alçaktır. Ayrıca birinci ve ikinci sahnı birbirinden
ayıran bölümde Emeviler dönemine ait duvar taş bezemesi ve
işçiliğini yansıtan asma dalları ile üzüm salkımları ile süslü sütunlar
bulunmaktadır. Günümüzde asma dalları ile bezeli sütunlar Şanlıurfa
Müzesi’nde teşhir edilmektedir. İbni Şeddat’ın da belirttiği gibi
dördüncü sahının 1174’de Nureddin Mahmud bin Zengi tarafından
camiye eklenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Burada bulunan sütun
ve sütun başlıkları da XII.yüzyıl İslam sanatı özelliklerini
taşımaktadır.
Caminin ibadet mekânına on dokuz merdivenli kapıdan girilmektedir.
Asıl giriş kapılarından en genişi orta kapıdır. Bu kapının kemeri
günümüze kadar gelebilmiştir. Mihrap giriş ekseninden batıya
kaymıştır. Dr. Nurettin Yardımcı, yapmış olduğu kazıda mihrabın
yanında sokağa açılan merdivenli bir kapı ile yanında iki odayı
meydana çıkarmıştır. Ulu Caminin en büyük özelliklerinden birisi de
mihrap yanındaki kapı ve yanındaki odalardır. Bu özel kapıdan Sultan
ve imam daha emniyetli olarak içeri girdikleri, yandaki odaların da
onlara ait olması kuvvetle muhtemeldir. Bu tür bir uygulama Anadolu
camilerinde tek örnek olarak Harran’da karşımıza çıkmaktadır.
Avlunun kuzey duvarının doğusunda minare bulunmaktadır. Dr.
Nurettin Yardımcı’ya göre minare 5.20x5.20 m. ölçüsünde kare
gövdeli olup, yüksekliği 33.00 m.dir. Bunun 22 m’lik kısmı düzgün
kesme taştan, arta kalanı da tuğladan yapılmıştır. İçerisindeki
merdivenler restorasyon çalışmaları sırasında Dr. Nurettin Yarımcı
tarafından orijinaline uygun olarak yenilenmiştir. Minarenin üst kısmı
yıkıldığından şerefesini ne şekilde olduğu anlaşılamamıştır.
Caminin revaklı avlusunun ortasında kesme taştan içeriye doğru
basamaklı bir havuz ve fıskiye bulunmaktadır. Şadırvanın su kanalları
ile tahliye kanalları günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca avlunun kuzey
batı tarafında da geniş ve oldukça derin bir su kuyusu bulunmaktadır.
Avlunun doğu ve kuzey duvarı dışında 1976 yılında yapılan kazılarda
ortaya çıkarılan tuğla duvarlı küçük hücrelerin medrese odaları olduğu
sanılmaktadır.
Harran Kazıları
Harran’da ilk arkeolojik araştırmalar Höyükte 1951 yılında D.S.Rice
tarafından başlanılmış ve bu araştırmalar aralıklarla 1956 yılına kadar
devam etmiştir. Daha sonra 1983 yılından itibaren Arkeolog Dr.
Nurettin Yardımcı baş¬kanlığında yapılan kazılarda önce kale ve
çevresi temizlenmiştir. Burada Emevi, Eyyubi ve Selçukluların ait
seramik ve sikkeler bulunmuştur. Firdevs Ulu) Camii ve çevresi
temizlenmiş ve Babil Kralı Na¬bonid' e ait bir stel bulunmuştur. Diğer
bir buluntu ise birçok adak kitabesinden birisidir. Kral Nabonid M.Ö.
555-539) Sin Mabedinin yapılışı ile ilgili kita¬bedir. Ayrıca çok
sayıda eski ve orta tunç çağına ait pişmiş toprak figürler, taş ağırlıklar,
öğütme taşları ve bronz eserler bulunmuştur.
İslami devirlere ait sikkeler, çok kaliteli sırlı ve boyalı seramikler de
bulunmuştur.
VII. yüzyıldan XIII. yüzyılla kadar olan İslami devirlere ait
yapılardaki açmalarda ise; dar sokaklar bitişik nizamlı avlulu evler ile
kent kalıntısı¬na ulaşılmıştır. Hemen her evdeki su kuyuları,
kanalizas¬yon sistemleri, basamaklı ve kapak taşlı tuvaletler, banyo
odaları, değirmenleri, zahire depoları ile düzenli ve ihti¬şamlı bir
şehir ve mimari ile karşılaşılmıştır.


SOĞMATAR YAĞMURLU
Günümüzde Yağmurlu Köyü adı ile anılan Soğmatar, Şanlıurfa‘ya 73
km. uzaklıktadır. M.S. 1. ve II. yüzyılda Süryaniler tarafından iskan
edilmiştir.
Soğmatar kelimesi, Arapça yağmur çarşısı anlamındaki " Suk el-Matar
" sözcüğ ünden gelmektedir. Tektek Dağları'nın kışın bol yağmur alan
bu bölgesinde bulunan çok sayıdaki sarnıç ve kuyuda biriktirilen sular,
dağlarda otlatılan koyun ve keçi sürülerinin yaz aylarındaki su
ihtiyacını karşılamakta idi. Bu özelliğinden dolayı köy, Yağmurlu
adıyla da anılmaktadır.
Kökü Harran Sin kültürüne dayanan Sabiizim ve Baştanrı
Marilaha’nın kültür merkezi olduğu bilinen Soğmatar ören yerinin,
Baştanrıya ve gezegenlere ibadet edilen ve kurban kesilen açık hava
mabedi en önemli kalıntılarından biridir.
Soğmatar, birçok tarih araştırmacısının ilgisini çekmiştir. 1882'de
Sachau, yüzyılımızın başında Fransa'nın Bağdat Konsolosu H. Pofnon,
burayı ziyaret ederek Süryânice kitabeleri okumuşlardır. 1971 yılında
burada incelemelerde bulunan H.J.W. Drijvers ve J.B.Segal,
Soğmatar'a giren yolun sağındaki tepede bulunan Arâmice yazıları
M.Ö. IV. yüzyıla tarihleyerek o çağda bu tarihi şehrin Edessa Urfa)
ile Harran'a yakın Tektek Dağları arasında önemli bir merkez
olduğunu söylemektedir.
Soğmatar tarihteki esas ününü; ay, güneş ve gezegenlerin kutsal
sayıldığı Assur ve Babillilerin politeist inancından gelen Pagan
putperest) dinin ve bu dinin baştanrısı tanrıların efendisi) “Mar
alahe” Marelahe)nin merkezi olmasından almaktadır. Mare lahe'yi
temsil eden açık hava mabedi, Soğmatar'daki kalıntıların odak
noktasını teşkil etmektedir. Kalenin güneyindeki “Kutsal TepeMerkez Tepe” olarak adlandırılan bu açık hava mabedinde; kaya
zeminine oyulmuş Süryânice yazılar ile zirvenin kuzey yamacında,
kayalara oyulmuş tanrı rölyefleri günümüze ulaşmıştır. Tepenin
batısında dağınık bir biçimde duran mimari parçaların buradaki
tapınağa ait olduğu sanılmaktadır.
Tepenin doğusunda yer alan aynı tarihli diğer bir yazıda: “476 yılının
Şubatında, bu ay içinde, ben Adona oğlu Maniş ve Ma'na ve Alkur ve
Balbana ve kardeşi Alkur. Biz bu kutsal tepe üzerine bu sunağı kurduk
ve korunan biri için bir taht diktik. O, vali Tridates'ten sonra vali
olacaktır ve o tahtı korunan kişiye verecektir. O'nun mükâfatı
Marelahe'dendir. Fakat eğer o, tahtı vermezse ve sütunu tahrip ederse,
o tanrı yargılayacaktır” yazılıdır. Yazılarda geçen 476 tarihi Seleukos
takvimine göredir ve bu tarih M.S. 164-165'lere tekabül etmektedir.
Kutsal Tepe'nin kuzey yamacının zirveye yakın kısmında, kayaya
oyulmuş insan şeklinde iki adet tanrı kabartması bulunmaktadır.
Bunlardan sağ tarafta olanı 1.10 m. boyunda bir erkek figürüdür.
Dizlerine kadar inen bir elbise giymiş, ayakta durur vaziyetteki bu
figürün başının arkasında güneşi sembolize eden istiridye biçiminde
bir şekil bulunmaktadır. Bu kabartmanın sağındaki Süryânice kitabede
“Tanrı bu heykeli Ma'na için 476 yılının Mart ayının 13'ünde emretti”
yazılıdır. Başının arkasındaki güneş şekline dayanarak bu heykelin
Güneş Tanrısı Şamaş'ı temsil ettiği tahmin edilmektedir.
Bu kabartmanın sol tarafındaki yuvarlak kemerli kayadan oyma
sütunçeli niş içerisinde kabartma bir büst yer almakta, bu büstün
sağında bir, solunda ise iki Süryânice kitabe bulunmaktadır. Soldaki
kitabede: “Şila oğlu Şila, bu heykeli Adona oğlu Tridates'in hayatı için
ve kardeşlerinin hayatı için Tanrı Sin'in şerefine yaptı” yazılıdır.
Sağdaki iki kitabeden birinde: “Kuza oğlu Zekkay ve çocukları
Tanrının önünde hatırlansın”, yukarıdan aşağıya doğru daha küçük
harflerle yazılan diğerinde ise “Ben Tanrı, onu görüyorum. Onu
görüyorum ve ona bakıyorum. Ben Tanrı Sin” yazılıdır. Bütün bu
yazılardan kabartmanın Ay Tanrısı Sin'i tasvir ettiği anlaşılmaktadır.
Soğmatarlı Paganların Harranlı Paganlar Harrânîler) gibi İslâmi
dönemde, güney Mezopotamya'daki monoteist Sabiilerin dinlerini
benimseyip benimsemedikleri bilinmemektedir.
J.B.Segal, Soğmatar'ın odak noktası konumunda olan açık hava
mabedi “Kutsal Tepe”nin batısında ve kuzey batısındaki tepelerde yer
alan 7 adet yapının Güneş, Ay, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve
Merkür tanrılarını temsil eden tapınaklar olduğunu söylemektedir.
Kutsal Tepe'ye çıkan Soğmatar Sabiileri, bu tapınaklara yönelerek
ibadet ederler ve kurban keserlerdi. Harran Sabiileri de Ay Tanrısı Sin
mabedindeki ibadetleri sırasında, Baştanrı Marelahe'nin mabedinin
bulunduğu Soğmatar'daki Kutsal Tepe'ye yönelirlerdi. H.J.W. Drijvers
başta olmak üzere bazı araştırmacılar, kare ya da silindir gövdeli bir
plana sahip, bu yapıların altındaki kayaya oyulmuş arkosoliumlu
odalara dayanarak bunların “Anıt Mezar” olduğunu ileri sürmektedir.

ŞUAYİP ŞEHRİ ÖZKENT
Şanlıurfa’ya 88 km. uzaklıkta ve bugün Özkent Köyü adıyla anılan
yerdir. Geniş bir alana yayılan ören yerinin sularla çevrili olduğu ve
Roma Devri’nde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Halk arasında Şuayb
Peygamberin bu kentte yaşadığına inanılır. Şuayb Şehrinde
Peygamber makamı olarak ziyaret edilen bir de mağara
bulunmaktadır.
Kent merkezinde çok sayıdaki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan
yapılar inşa edilmiştir. Tamamı yıkılmış olan bu yapıların bazı duvar
ve temel kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir.
Halk arasındaki bir inanca göre, Şuayp peygamber bu kentte
yaşamıştır ve kent adını bu peygamberden almıştır. Kalıntılar
arasındaki bir mağara Şuayp Peygamberin makamı olarak ziyaret
edilmektedir.

 

 Arkeolojik bir mevkii olarak ilk kez 1963 yılında, Türk ve
Amerikan bilim adamlarının yaptığı bir yüzey araştırması
sırasında tespit edilmiştir. Bu çalışmayla ilgili sonuçlar, Peter
Benedict tarafından 1980 yılında yayımlanmıştır.

 Göbekli Tepe, Şanlıurfa İli’nin 15km kuzeydoğusunda,
merkeze bağlı Örencik Köyü yakınlarındaki dağlık alan
üzerinde yer almaktadır. Seçilen alan, diğer Neolitik Dönem
yerleşim yerlerinde olduğu gibi su kenarı, vadi ya da ovada
olmayıp, Harran Ovası’nı kuzeyde sınırlayan uzun bir
yükselti silsilesi üzerinde, görüşe ve manzaraya hâkim bir
konumda bulunmaktadır.
 300m. çapında ve 15m. yüksekliğindeki Neolitik Dönem´in
ilk evrelerine ait Göbekli Tepe’nin topografik
özelliklerinden ve yer seçiminden dolayı, ilk fark
edildiğinde şimdiki önemi anlaşılamamış olup, tepenin her
yerinde rastlanan kireçtaşı blokları nedeniyle buranın bir
mezarlık olduğu kanısına varılmıştır.
 1995-2006 yılları arasında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü
başkanlığında, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr.
Harald Hauptmann ve daha sonra Dr. Klaus Schmidt ve
ekibinin katılımıyla kesintisiz kazı çalışmaları
gerçekleştirilmiştir. 2007 yılından itibaren Dr. Klaus Schmidt
başkanlığında Bakanlar Kurulu Kararlı Kazı statüsüne
geçmiştir.
 Şimdiye kadar yapılan kazı çalışmaları sonucunda, Göbekli Tepe’de 4 tabaka açığa
çıkartılmıştır. En üstteki I. Tabaka, tarım yapılan yüzey dolgusu olup, geriye kalan 3
tabaka ise Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e tarihlenmektedir. Göbekli Tepe’de
stratigrafi en üstten alta doğru şu şekilde izlenmektedir.
 I. Tabaka: Yüzey dolgusu
 II A. Tabaka: Dikilitaşlı Köşeli Yapılar M.Ö. 8.000-9.000).
 II B. Tabaka: Yuvarlak-Oval Yapılar Ara tabaka).
 III. Tabaka: Dikilitaşlı Dairesel Yapılar M.Ö. 9.000-10.000).
 Çanak Çömleksiz Neolitik-B Evresi’ne tarihlenen ve yüzey
dolgusunun hemen altında bulunan II A. Tabakası’nda
dikilitaşlı dörtgen planlı yapılar açığa çıkartılmıştır. Bu
yapıların, çağdaşı olan Nevali Çori’de bulunan tapınak
yapısıyla benzerlik göstermesi bakımından kültle ilişkili
yapılar olduğu düşünülmektedir. Bu evre için tipik olan
Aslanlı Yapı’da, karşılıklı olmak üzere, ikisinin üzerinde
kabartma olarak birer aslan motifinin işlendiği dört adet
dikilitaş bulunmaktadır.
 Çanak Çömleksiz Neolitik-A ve B Evresi arasında bir
geçiş tabakası özelliği gösteren II B. Tabakası’nda, bu
dönemin karakteristik özelliklerini taşıyan yuvarlak ya da
oval planlı yapılar açığa çıkartılmıştır.

 Gene Çanak Çömleksiz Neolitik-A Evresi’ne tarihlenen ve
Göbekli Tepe’nin en önemli tabakası olan III. Tabaka’da ise
dikilitaşlarla çevrelenmiş büyük dairesel planlı yapılar
dikkat çekmektedir. Kültle ilişkili olduğu düşünülen bu
yapılar, T biçimli dikilitaşların belli aralıklarla dairevi şekilde
dizilmesi ve etrafının duvarlarla çevrilmesiyle
oluşturulmuştur.
 Merkezde karşılıklı ve kenarlardakine oranla daha büyük iki
dikilitaş yer almaktadır. Merkezde bulunan dikilitaşla