Okumanın da, düşünmenin de yaşı var

Okumanın da, düşünmenin de yaşı var

Whatsapp Facebook Twitter LinkedIn

“Başlamak için hiçbir zaman geç değildir,” denir. “Başlamak bitirmenin yarısıdır,” denir. “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp,” denir. “Suya düşmeden yüzme öğrenilmez,” denir. “Öğrenmenin yaşı yoktur,” denir. Bu sözler bilgiye ulaşmak için denemenin, çalışmanın, çabanın, tecrübenin, belki en önemlisi de sebatın, yılmamanın önemini yalnızca hatırlatmakla kalmaz, kalınca bir çizgiyle de altını çizer. Tolstoy’un hayli ileri yaşında bisiklet kullanmayı öğrenmesi örnek gösterilir. Hak vermemek elde değil. Hem bizzat tecrübe ettiğimiz hem de başka hayatlara dair bildiklerimizden çıkardığımız dersler bunlar. Bütün olanakların tükenmiş olduğunu sandığı anda bile yeniden yola çıkma cesareti verir insana, yeni patikalar açar önüne. Hepsinin haklılık payı olmasına rağmen ufak birer hilesi de vardır sanki. Bu önermelerin doğruluğu aksini yanlış kılmaya yeter mi acaba? Başlamak için olduğu gibi bitirmek için de geç kalınamayacağını iddia etmek mümkün mü? Sevdiğim bir arkadaşım geç başlamış çalışmalar için “sıkma canını, bitirmek başlamanın iki katıdır” diye takılır, aslında bitirmenin iki kattan da çok daha fazlası olduğunu muzipçe ima ederek karşısındakini ciddiyete davet ederdi. Peki, suya düşmeden öğrenilemeyen yüzmeyi suya düşmek kendiliğinden öğretiyor mu? Su üstünde kalmayı öğrenmek kişiyi yüzücü yapıyor mu? Tolstoy bisiklet sürmeyi öğrendi de sonrasında bisiklet yarışlarına katılıp şampiyon mu oldu? Daha evvel hiçbir şey yazmamış, okumamış olsaydı o mükemmel romanları yazmayı da aynı yaşta öğrenebilir miydi dersiniz. İmkânsız olduğunu söyleyemeyiz ama göze kolay görünmüyor.

Yazmak zor da okumak değil mi? Okurluğun da neredeyse bir meslek olduğunu vurguluyorum sık sık. Kitapla, dergiyle belli bir süre haşır neşir olmuş, okumanın tadını almış kişinin hevesi kolay geçmez. Zanaatını ilerletmek ister. Hayat gailesi bol kitaplı günleri çoğumuz için gençliğe dair tatlı anılara dönüştürmüş olsa da sayfaların arasında kaybolacağımız günlerin hayali hazır bekler bir kenarda. Yıllık iznini tamamen kitap okuyarak geçirmek isteyenler vardır. Kimi sırf okuyamadığı zamanları telafi edebilmek için fazla mesaili işinden yakasını kurtarmak arzusundadır. Daha realist olup riske girmek istemeyen bazıları buralara gönül indirmez de her şeyi emekliliğe ertelemiştir. Hele emeklilik bir gelsin kimse tutamayacaktır onu. Belki dünya edebiyatının klasiklerini baştan okuyacaktır, belki felsefe veya Osmanlı tarihi öğrenecektir. Okumayı hepten bırakmış olmasak da çoğumuzun benzer niyetleri, ilgilenmek, daha yakından bakmak istediği özel konular, özel kitaplar vardır. Ben de kendi halimi daha çok başkalarını dinlerken onların aynasında yakalarım. Açıkça itiraf edemesem de okumayı bir ölçüde süre ve enerji imkânıyla alakalı bir mesele olarak gördüğümü fark ederim. Hâlbuki değildir. Bilgi, kültür birikerek gelişiyor. Bu açıdan bakınca zamanlaması önemsiz değil. Her yaşın olgunluğunda, kafa yorulması gereken meseleler, varılması gereken duraklar var. Bazı büyük eserlerle erken karşılaşmanın iyi olmadığına dair kanaat yaygındır. Enis Batur’un yirmili yaşlarının başında Niteliksiz Adam’ı okumaya niyetlenmesini Bilge Karasu’nun erken bulması ilginç gelmişti bana. Batur da ilk denemesinde anlamak, anlamlandırmak bakımından istediğini elde edemediğini, on yıl kadar sonra tekrar denediğinde kitabı ve yazarı daha iyi anladığını, Karasu’ya da hak verdiğini söyler açık yüreklilikle. 60’larında tekrar okumayı denedi mi acaba? Okuduysa bu kez neler hissetti, neler düşündü? Ya ilk okumayı 60’a bıraksaydı benzer derinliği yakalayabilecek miydi? Akıl yürütmek zor. Bazı farklı yanlarını görecektir mutlaka ama aynı bilgiyi süzmesinin mümkün olacağını sanmıyorum. Yaşın getirdiği sıkıntılar, endişeler, tecrübenin kazandırdığı önyargılar da algıyı, dikkati kusurlu hale getirebiliyor.

Belki o nedenle her şeyi erken yaşlarda tüketmek kadar, geç zamanlara bırakıp bayatlamasına izin vermek de doğru değil. Söz konusu olan kitaplarsa ömrün her döneminde seferler düzenlenmeli onlara doğru. Her yaşın, yaşantının, her derdin kitaplarda yanıtını aradığı, aramadığı halde keşfettiği farklı sorular var. Lizbon’a Gece Treni’nde yetişkinliğinde piyano çalmayı öğrenmeye heveslenen Jorge, aldığı derslere ve ısrarlı çabalarına rağmen piyanoyu hiçbir zaman erken yaşlarda öğrenmiş biri gibi çalamayacağını hissettiğinde ölümlülüğünün de ilk kez bilincine varıyor ve bu onu derin bir bunalıma sürüklüyordu. Jorge ile aynı yaşlardaydım ve bu satırlarla karşılaşmak beni bunalıma sürüklememişti ama yaşım itibarıyla olmak veya yapmak fırsatını kaçırdığım şeyleri ilk kez o kadar uzun boylu düşündüğümü hatırlıyorum. Benim için değerli olan o uyarıcı düşünceyle o anda karşılaşmaktı.

“Akılları pazara çıkarmışlar da herkes yine kendi aklını almış” diye atasözü var. Benzer biçimde her yaşın da kendi aklından aşırı memnuniyeti de nedense sık batar gözüme. Gençliğimizin enerjisini, çevikliğini, zekâsını özlüyoruz da aklını pek özlemiyoruz. Bugünkü aklımızı da ileride özlemeyeceğiz. Öte yandan yaşlıların görmüş geçirmişliğine, bilmişliğine de hafif üstten davranarak tolerans gösteriyoruz. Sözlerini dinliyoruz ama yaptıklarını yapmıyoruz. Onların yaşına geldiğimizde bunu da unutacağız ve yine kendimizden çok memnun olacağız. Fikirlerimizin, değerlerimizin, yargılarımızın şimdideki aklımıza ait olduğunu, belki birkaç yıl evvelkinden, belki birkaç yıl sonrakinden farklı olduğunu görmek istemiyoruz. Düşünce yerine eyleme öncelik isteyen bu çağa uygun biçimde, biz de düşünmeden yaşamak istiyoruz.

 

özer or